17 Mart 2015 Salı





MERHAMETLİ ŞEHİR

Şehir, insan aklının, insansı çabalarıyla, emek ve zahmet harcayarak, neden ve nasıl sorularından uzak ama geleneksel bilinçaltı ile bir coğrafyaya yerleşme arzusudur, emelidir. Şehir, medeniyet ideali olan bir topluluğun (devletin), hayat bulacağı mekânsal, ahlaksal kurallar bütünüdür. Günümüzde şehir olgusu içerisinde, kavimsel bir düzenden söz etmemiz imkansız derecesinde güçtür veya doğru değildir.

            Başlangıç cümlesindeki emek ve zahmeti açıklamak isterim, kulağımda çınlayan baba cümlesidir; “Allah emeklerini zayi etmesin”. Yani tevekkül vardır emekte. Çalışıp didinilir ve sonuca razı olunur. Sonucun hayrına inanılır. “Zahmetsiz rahmet olmaz” eskilerden duyduğum bir öğüt. Bir sonuç, gaye için yapılan zahmetleri, inanca, fikriyata bağlama öğüdü. Yapılacak her işte aranması gereken Allah’ın rızasını gözetme kültürü, davranış tarzı. Bu minvalde yapılacak çalışmaların şehre yansıtılması ve modern hayatın şehir sloganı olan “insan ölçeği” lafıyla, “fıtrat”ı kastettiğimizi anlatmak isterim. “Fıtrat”, yaradılış maksadımız üzere demektir kısaca. Yani “Galu Bela” dediğimiz güne sadık kalarak inşa etmeliyiz şehri.

            Yine başlangıç cümlesinde şehri tanımlarken kullandığım “arzu” kelimesine de değinmek isterim. Arzu kişisel bir taleptir, biraz da nefsidir. Arınmış ve/veya arınmaya çalışan insanın hiçbir arzusu nefsi olmamalıdır oysa. Sadece kendine fayda sağlayacak bir isteğin, toplumsal kaygıları gütmeden, bu düşünce içerisinde olması yanlıştır. Konuşmanın uhreviyata doğru ilerlediğini biliyorum, fenni ilime çekme gayreti içerisinde olduğumu da bilmenizi isterim. Şehirlerin mevcut durumu tam da bir önceki cümlemden kaynaklanıyor ne yazık ki. Bu yazıdan beklenti, somut konularla bir değerlendirmeler yumağı ise ne yazık ki buna cevap veremeyeceğim. Arzularımızın duaya dönüştüğü anda, yaşanabilir şehrin merhametinden bahsedebileceğiz ancak. Arzu biraz da meyletmektir. Yani gördüğünü veya hayal ettiğini kendinde de olmasını istemektir. Bunu şehir konusuna getirirsek, aynı veya farklı şehirlerde yaşayan kültürlerin birbirleriyle bitmek bilmeyecek etkileşimlerinin sonuçlarıdır arzu. Arzunun duaya, hatta şehir duasına dönüşmesi gerekmektedir. Kendi şehirlerinde bulunmasını istedikleri arzuları, kent fıtratına uygun hale getirmektir çözüm. Farkındaysanız, bir şehri kurmaktan ziyade dönüştürmekten, eklentilerin uygunluğundan bahsediyorum. Yanlışların üzerine ilave bir fayda, doğruların üzerine bir doğru ekleme gayretidir zaten merhametli şehir eylemi.

            Mevcut şehirle çatışmaya girerek, olanları yokmuş gibi düşünerek, yıkmak fiiliyle hareket ederek, merhametli şehir için yol almaya çalışmak değil benim demek istediklerim. Birbirinden farklı insanları, farklı dinleri, yaşama kültürleri farklı olan toplulukları, farklı düşünce fikriyatını hatta farklı medeniyetleri bir arada tutabilen, bir merhametli şehir benim dediğim. Mevcutlar arasında farklılaşarak uzaklaşan değil, dinlemeyi sadece cevap verme kültürü üzerine kuran değil, birbirinden faydalanarak, dinleyerek, hak vererek, birbirinden razı olarak kurabiliriz merhametli şehri.

            Merhametli şehri tahayyül için bir sürü teknik gerekçe, sebep sonuç ilişkisi yazabiliriz, bunları sizde tahmin edebilirsiniz. Ama ben iki adet ve net konular üzerinde durmak istiyorum.

            Birincisi, çekirdek aile denilen, tavsiye edilen, bize yutturulan, modern hayatın akıl almaz labirentinden bir an önce çıkarak “bütün aile” sistemine geçmemiz lazım. “Oğlunla oba, kızınla komşu olasın” a döneceğiz yani. Yaşın, yaşamışlığın hürmetine riayet edeceğiz. “Kimin ki evinde yaşlı anne ve babası var ve o kişi cennete nasıl giremez” cümlesini hayata geçireceğiz. İnsan ölçeğindeki mekânlarda, mahremiyeti koruyan, mahalledeki kültüre ait, sokağın insanı olacağız. Belki kapı tek olacak, oradan avluya girilecek, sabah kahvaltıların, akşam yemeklerinin beraber yenildiği avluya. Sohbetin meşke dönüştüğü avludan bahsediyorum. Sabah, Anasından hayır duası alan evlat, dedesinin okula bıraktığı torundan bahsediyorum.

            İnsanların yükselme arzusunu çok düşünmüşümdür. Hem kendisinin hem de yapılarının yükselme isteğini. 21 yılda vardığım sonuç şudur; insan, topraktan kaçmak, ölümü unutmak için yükselmek istiyor. Kendisinin yükselme arzusu birey bazında diğerlerine yukardan bakmak için, bina veya toplum bazında, topraktan uzaklaşmak, toprağı unutmak adınadır. Toprağa yakın olmak, insani ölçeğe inmek bize ve hırslarımıza uymuyor maalesef. Ama 10.katlara, 20.katlara kat bahçesi yapıyoruz, balkonlarda saksı içerisinde selvi yetiştirip, en güzel balkon yarışması yapıyoruz. O yüksek katlardaki kat bahçelerini neden yapıyoruz biliyor musunuz? Çünkü o toprağı istediğimiz gibi şekillendirebiliyoruz. İstediğimiz çiçeği dikip, istediğimiz ağacı koyabiliyoruz. Oysa gerçek toprak öylemi… Topraktan kaçıyoruz vesselam, bir gün vuslat olacağını bile bile.

            İkincisi ise, topraktan zengin olmayı unutmalıyız. Yukarıda da bahsettiğim gibi toprağın anlamını bileceğiz ve ona göre davranacağız. Açılacak bütün imar çalışmalarında tapulu toprak sahiplerinde eşit, adil hak paylaşımı yapacağız. Kimisinin toprağına 30 kat isabet, kimisine yeşil düşmeyecek. Bütün alanları hamur edip, tapu alanı kadar ama şartları eşit olacak. Düzen, intizam olacak.

            Noksan şehir planlarından, hakim plancılarla kurtulabiliriz. Mahkum mimariden, adil mimarlarla. Kusuru dahi birilerine yüklemeyip paylaşmaktan bahsediyorum. Bilge mimarlarla inşa edeceğiz her şeyi, bilge mimarları unutmadan; Turgut Cansever hocanın dediği gibi “önce idrak edeceğiz, belki sonra inşa”. Şehrin tasvirini, cennet tasviri gibi düşüneceğiz.

            Bir hadiste olduğu üzere “gerçeği istemek, gurbete düşmek gibidir”, ben de aynen öyle. Bir anamın, bir memleketimin yüzünü unutamam ama gurbete ben isteyerek çıkmadım. Ama vuslatı pek istiyorum. Vuslat ola efendim inşallah. Bu konu ne benim yazdıklarımla bitecek, sonuca kavuşacak ne de başkalarının sonradan yazdıkları ile. Farabi bile konudan pek şikayetçi imiş ki “El Medinetü’l Fazıla” diye bir kitap yazmış 950’li yıllarda. Daha iyi ve daha huzurluyu arayacağız hep beraber. Bitmek tükenmek bilmeyen medeniyet ideali enerjisi ile.

            Bu konuyu yazmaya karar verdiğimde yaptığım araştırmalarda benim de ilk defa duyduğum bir sonuçla karşılaştım. Amerika’da “The International Institute For Compassionate Cities” yani “Uluslar Arası Merhametli Şehirler Enstitüsü” varmış. İlginç ama öyle. Hatta Gaziantep şehrimizde bir protokol ile bu enstitüye üye olarak katılmış. Merhameti bile kaptırdığımız Amerika ve onun enstitüsüyle değil ama Kayseri’de kurulacak olan “Merhametli Şehirler Enstitüsü” ile yola başlayabiliriz. Kayserimizin de her yönüyle merhametli bir kent olabileceğini düşünüyor ve yazımı “Merhametli bir şehrin; yarısı vicdan, yarısı adalettir” sözüyle bitirmek istiyorum. Saygılarımla…

İsmail Ruhlukürkçü

                                                                                                                                       

6 Mart 2015 Cuma






BİR FİLM, BİR ŞARKI

CENNETİN RENGİ…

      Modern ama günümüz dünyasında sinema filmleri büyük bütçeler ve meşhur aktör, aktrislerle yapılıyor. Beni çeken, kendine bağlayan yapımlar ise Haşmet Babaoğlu’nun bir twittinde dediği gibi “Asıl zor olan Hawking gibi birinin değil, sıradan insanları canlandıran filmler lazım bize. “ Cennetin Rengi de öyle. Düşük bütçeli, felsefesi olan, insancıl bir film.  İranlı bir yönetmen Majid Majidi’nin yönetmenliğinde, hayatın içinden bir film.

     Film Tahran’da geçiyor. Yatılı olarak, körler okulunda, kendisi de görme özürlü, ilkokul çağındaki küçük Muhammed’in hayatı anlatılıyor. Hayatını dokunarak, hissederek, işiterek anlamaya çalışan küçük bir çocuk. Vedayı, vefayı, kavuşmayı anlatan film. Kör iken saklambaç oynamayı deneyen bir çocuk, gazoz kapağından hediye kolyeyi boynuna gülerek asan kız kardeşler. Dünyalar tatlısı bir nine. Zannedersem 1999 yılı yapımı. Benim sinema filmlerine düşkünlüğümün sebebidir bu film. Bir film, bir şarkı yazılarına, bu filmle başlamasaydım ilerleyen zamanlarda çok üzülürdüm. Belki izlediğinizde modern zaman filmleri ile kıyaslayacak, gereksiz göreceksiniz, affınıza sığınarak söyleyeyim ki masalsı tadı, başka filmlerde bulamadığım kadar özel.




      1990 yılında gerçek hayatında da kör olan Mohsen’in canlandırdığı Muhammed karakteri, sinema tarihinin en başarılı rolüdür bence.

      Ninesine hediye ettiği kolyenin nehre düştüğü an. Kör ustanın, kör çırağı Muhammed, ağaçtan güvercin, Muhammed’in babasını yurtta bekleyişi. Yatakhane yalnızlığı. Eksiklerin verdiği azim, sahile vurmuş ağaç köklerinin arasında Muhammed. “Grinin 50 tonuna ” prim yaptırıp, hasılat çektirenlere inat, akıntıya karşı kürek çekenlere selam olarak gelsin bu film.

      Bir şarkıcının sözlerinin dediği gibi, herkesin bir derdi var akar içerisine. Derdi olanlara gelsin bu film, yalnızlaştırılan ama yalnızlığına hükmedenlere.

BİR ŞARKI…

Şarkının adı “Folon” . Seslendiren Salif Keita Mali doğumlu kendisi.  Afrika’da Mali ülkesini kuran adamın Albino hastası torunu. Zenciler kıtasında kromozom kaynaklı, pigment sorunu olan, sarımsı beyaz adam. Bugünlerde Afrika kıtasında parmakları, elleri kesilerek, kendilerine uğur getirmesi için üzerlerinde o uzuvları taşıyan zavallı zihniyetin haberleri geliyor.

     Salif Keita’ da bu hastalığın muzdaribi. Bu yüzden ailesi tarafından dışlanıyor, Farklılığından dolayı terk ediliyor. Toplumdan dışlanmış bir insanın, çaba ve azimi, kendisini yeteneklerine güvenmeye yönlendiriyor. Şarkı söylemeye, müzik gruplarında saksafon çalmaya başlıyor.

     Sonra zannedersem Fransa’ ya kaçarak yerleşiyor. Burada bestecilik ve solistlik yapıyor. Yıllar geçtikçe müziğin duayenlerinden ve özgün tarzı olan birisi olarak karşımıza çıkıyor.
 Hüznü ve terk edilmişliği, özlemi, hasreti resimlerine baktığımda anlayabildiğim, samimiyeti simasında bir insan. Enteresan  bir şey daha söyleyeyim, şarkılarını bir başkasının söylemeye cesaret edemediği, ama hangi şarkısı olursa olsun ikinci dinlemede parçalarına vokal ettiğin bir de tarzı var.

 


       Şarkıya geçtiğimizde, ‘’folon’’ sizi alıp götürüyor. Bana hissettirdikleri ise hüzün. Sesli olarak dinletemeyeceğim ama tavsiyem hemen parçaya ulaşmanız.

      Salif Keita aynı zamanda, sinema filmi olan “ALİ’’ de, boksör Muhammed Ali’nin hayatının anlatıldığı yapımın müziklerinin bestecisidir.

      Dinlettiremediğime göre bu parçanın sözleri, bütün memleketinden uzaklaştırılan ve hasret çekenlere gelsin. Vuslat olsun efendim.

              Folon (geçmişte), kimse sana sormadı
              Folon (geçmişte), kimse bana sormadı
              Folon (geçmişte), böyle yürürdü işler
              Folon (geçmişte), ne olursa olsun
              Folon (geçmişte), kimse bilmek bile istemezdi.
               Ne olursa olsun.

              Hayata geçirmek için dilekleri olan insanlar.
              Kendileri hakkında düşünebilen insanlar.
              Aç kalmış insanlar…
              Hakkında ne olursa olsun konuşamazdın bile.
              Geçmişte, geçmişte

              Bugün içinde yer almayı düşünüyorsun.
              Bugün içinde yer almayı düşünebiliyorum.
              Bugün hepimiz içinde yer almayı düşünüyoruz.
              Geçmiş. Bugün.